EHLİ SÜNNET TEORİSİ-2

Hakikat
25 min readSep 17, 2020

HADİS USULÜ VE İMAM-I AZAM’IN İNANDIĞI İSLAM

İmam-ı Azam Ebu Hanife (m.s. 699–767) ve esas ismi ile Sabitoğlu Numan (Numan bin Sabit) olarak bilinen kişi sünniliğin ilk mezhep imamı, Sünni Türklerin İslamı olan Hanefi Mezhebinin kurucusudur. Bugün Kütüb-i Sitte adlı külliyat Kuran’dan sonra Sünni İslamın en temel ikinci kaynağı olarak görülür ancak İmam-ı Azam ve diğer Sünni mezhep imamları mezheplerini Kütüb-i Sitte temelli kurmamıştır. Zira hadis derleyicileri mezhep imamlarından en az bir yüzyıl sonra gelirler; Hanefi ya da Şafi mezhebi ortaya çıktığında Kütüb-i Sitte diye bir külliyat henüz ortada yoktu. Bu yüzden İmam-ı Azam’dan gelen metinlerde en sahih Kütüb-i Sitte hadislerinin dahi inkar edilidiğini görürüz. İmam-ı Azam’ın Sünniliğe miras bıraktığı en büyük çelişki Hanefilik Mezhebi ile Hadis Usulü arasındaki çatışmadır. Hadis Usulü dediğimiz uğraşı İmam-ı Azam’dan sonra gelen İmam-ı Şafi, Ahmed Bin Hanbel, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Ebu Davud, İbn-i Kesir, Suyuti gibi sünniliğin ikonik şahsiyetleri tarafından yüzlerce yıllık bir süreçte oluşturulmuştur; Akaid ve Fıkıh Usulü ile birlikte Sünnilik denen inancın üçlü sacayağından biridir. Yani 4 mezhep imamının Fıkıh Usulü ve Hadisçilerin Hadis Usulü sayesinde Ehli Sünnet adı verilen din bu üç ayak üzerine Gazali’nin Akaidi ile Gazali tarafından inşa edilmiştir.

Hadis ve Fıkıh çatışması ile “Hadis Usulü” denen kabul ve ret yönünden hadislerin sıhhatini genelde “senetleri” üzerinden inceleyen uyduruk disiplin Sünni İslamın en zayıf noktalarındandır. Bu “disiplin”in uydurukluğunun sebebi ortada tam anlamıyla bir kakofoninin hakim olmasıdır; yani bir tür keşmekeş söz konusudur ve her kafadan ayrı bir ses çıkar. Sünnilerce en sahih hadislerin derlendiği külliyata Kütüb-i Sitte (altı kitap)’deki hadislerin ne kadar doğru/sıhhatli olup olmadığını da işte bu hadis usulü denen bir metodoloji ile belirlerler. Bunu kavrayabilmek için Sünni İslam tarafından, sünniliğin temel çerçevesi kurulurken oluşan ihtiyaca binaen uydurulmuş bazı kavramların tanımını yapmak gerekiyor:

Sahabe : Muhammed’i gözü ile görmüş ve onun konuşmalarını (hadislerini) duymuş, Muhammed’in çağdaşı olan Müslümanlar. Yani en geç, Muhammed’in öldüğü 632 yılına kadar aklı yeter durumda olanlar. Takribi m.s. 530–625 yılları arasında doğmuşlardır. (Sünni İslamın tarih anlatısına göre en son ölen sahabe 728 yılında ölen Ebu Tufeyl Amir bin Vasile’dir)
Tabiîn: Muhammed’i görmemiş ama görenleri görmüş müslümanlar. Takribi m.s. 625–700 yılları arasında doğmuşlardır. (örn. 699'da doğan İmam-ı Azam tabiîndendir; tabiînden en son ölen kişi 796'da ölmüştür)
Tebe-i Tabiîn: Hiç sahabe görmemiş ama Tabiîn görmüş ve onlarla konuşmuş müslümanlar. Takribi m.s. 700–800 yılları arasında doğmuşlardır. (örn. 767'de doğan İmam-ı Şafi tebe-i tabiîndendir)

Zaten 800'lü yıllardan itibaren Hadis Derleyicileri dönemi başlıyor. Kütüb-i Sitte denilen altı hadis kitabı da bu yüzyılda ortaya çıkmıştır. Yani 800 Yılına kadar insanlar hadisleri sözlü biçimde birbirine aktarıyorlardı ama sünniliğin iddiasına göre bu yüzyılda hadis meselesi İslamın geleceğine bir tehdit unsuru oluşturmaya başlayınca bunun yazılı biçimde derlenmesi ihtiyacı ortaya çıktı.

Kütüb-i Sitte muhaddisleri, yani İslamın en meşhur hadis derleyicileri ve yaşadıkları tarih aralığı aşağıdaki gibidir:

1- Buhari (810–870) — 7563 Hadis derlemiştir
2- Ebu Davud (817–889) — 5274 Hadis derlemiştir
3- Müslim (821–875) — 3033 Hadis derlemiştir
4- Tirmizi (824–892) — 3604 Hadis derlemiştir
5- İbn-i Mace (824–887) — 4099 Hadis derlemiştir
6- Nesai (829–915) — 5758 Hadis derlemiştir

Kütüb-i Sitte’de, birçoğu birbirini tekrar eden toplam 29.331 adet hadis bulunur. Sünniliğe göre bu altı kitaptan en önemlisi, en doğru kabul edileni Buhari’dir. İkinci en önemli olan Müslimdir; bu iki kitaba Arapça “sahihayn” derler: “iki sahihler” anlamına gelir. Bu iki kitapta yazanların yanlış olduğunu söylemek, kendini dönemin Sünni otoritesi kabul eden hemen hemen herkesin gözünde Sünnilikten çıkmak demektir.

Bu arada yüzbinlerce personeli olan “Diyanet” adlı kifaytesiz kurum şu sunnah.com gibi bir siteyi hala kuramadı: Kütüb-i Sitte ve Hanbel’in Müsned’i ile Malik’in Mutavva’sından istediğin gibi arama yapabiliyorsun; hem sade hem şık hem de kullanışlı. İsteseler yapabilirler mi? Bilmiyorum ama muhtemelen bilerek kurmuyorlar zira hadislerin içindeki absürdlüklerin halkın erişimine açılmasını istemiyorlar. Halk zaten genel itibariyle batılı yaşam tarzına öykünürken, bilinçaltında İslamdan tiksinen ama sırf kimliğe işlemiş diye müslümanlıktan kurtulamayan bir ucubeye dönüşmüş halde.

Yukarıda sunnah.com sitesinin esas aldığı nüsha üzerinden hadis sayıları için net rakamlar verdim ama bırakın diğer hadis kitaplarını Buharinin kitabında kaç hadis bulunduğu bile yüzlerce yıldır tartışma konusudur. Buhari’nin kitabının birbirine uymayan onlarca farklı eski nüshası var. Hatta bu konuda bizim diyanetçilerle Mısır Ezhercileri birbiri ile tartışıp duruyorlar. Hatta, bunlara geçmeden önce değinilmesi gereken esas mesele şudur:

— Buhari’nin kendi eli ile 850–860'larda parşömene yazdığı Hadis Kitabı (el Camiü’s Sahih) bugün elimizde midir?

— Hayır.

Buhari’nin orijinal nüshası ve hatta ilk 300 yılda kopyalanmış nüshaları tıpkı Kuran’ın ilk nüshası ile ilk 200 yıl boyunca kopyalanmış nüshası gibi kayıptır, ortada yoktur. Buhari’den sonra onu yazan öğrencisi Firebrî’ninki de ortalıkta yoktur. Bugün “Buhari” adıyla anılan kitabın 11. yüzyılda yaşamış Yunînî adında biri tarafından kopyalandığı ve 19. yy sonunda 2. Abdülhamid tarafından Mısır’da Ezhercilerle birilikte ilk kez matbaa aracılığı ile çoğaltıldığı bilinir ancak iddiaya göre Yunînî’nin 11. yüzyıldan kalma metni de ortalıkta yoktur; Mısır’da kayboldu derler. Aşağıda görebileceğiniz üzere Fuat Sezgin gibiler, her şeyi yüzyıllar sonra anlatan birilerinin rivayetlerinden öğrenirler, en meşhur nüshaların kaybolduğunu itiraf etmekten de çekinmezler ama Buhari’nin orijinalliğinin ispatı gördükleri bu yüzlerce yıllık kargaşa zincirinin sonunda bugüne ulaşan metne de iman ederler.

Fuat Sezgin — Buhari’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar (1958)

Bu paragrafta kırmızı içine aldığım yeri okuyarak, İman denilen saçmalığın Fuat Sezgin’in anlama yetisini nasıl körelttiğine de şahit olabilirsiniz. Firabri’nin meşhur nüshası ortalıkta yokmuş ama o meşhur nüshayı, Firabri’den sonra gelen kuşaklar birçok karışıklıkların içinden maharetle çıkarmışlar… Maharetle çıkarılmış olmasının delili nedir acaba? Fuat Sezgin bu satırları yazarken eldeki Buhari kopyasının orijinalliğine en baştan iman etmiş ve güya bilimsel bir çabaya girişerek bu orijinallik iddiasını makalesinin her sayfasında canhıraş savunuyor. Bu kafayla mı bilim yapılacak? Bu mudur sünnilerin bilim yapma yöntemi?

Kitapların orijinalliği meselesini şimdilik bir kenara bırakırsak; hadisler nesilden nesle genelde sözlü biçimde aktarılmış ve en son muhaddislere ulaşmıştır. Sosyal bilimlerle uğraşan biri sözlü anlatının bir nesil sonra kesinliğini yitireceğini de gayet iyi bilir aslında ama Hadis nakil zincirine bir örnek vermek gerekirse:

Kütüb-i Sitte’nin en eski muhaddisi olan Buhari’nin meşhur eserini Muhammed’den en az 200–230 yıl sonra, 5–6–7 kişilik zincirlerden gelen bir takım söylentilere “hakikat” muamelesi yaparak yazdığını görüyoruz (Fuat Sezgin, Buhari’nin Kaynakları adlı kitabında hadislerin Buhari’ye kadar yazılı olarak da nakledildiği iddiasında bulunur). Bu durum diğer muhaddisler için de aynıdır. İşte bu noktada, İslamı hakikat zanneden ulema namlı güruh, Muhammed’in kendilerine ulaşan sözlerinden hangilerinin doğru ve hangilerinin de şüpheli olduğunu en azından kendilerini ikna edecek kadar belirlemek, müslüman halkı Sünni İslamda tutmak gayesiyle bir metot, bir usul uydururlar ve bunun adına da “Hadis Usulü” derler. Hadis Usulü’nü Muhammed’den 600 yıl sonra ortaya çıkaran soru şudur:

Acaba ne yapalım da gelenekten gelen İslami mezhep inancımızı temellendiren hadislerin meşruluğunu yedi düvele ilan edelim? Gidip gelip de bize “bu nasıl bir din ulan, tonla uydurulmuş hadis var ve her kafadan ayrı bir ses çıkıyor” diyemesinler.

Uygulamaları da “Tarih Bilimi Yöntemi”nin primitif bir halidir. Yani kısaca şunu yaparlar:

1- Bu haber/hadis kaç farklı kişi tarafından aktarılmış?
2- Aktarılırken arada hiç boşluk var mıdır?
3- Aktaranların sözleri birbirini doğruluyor mu?
4- Aktaranların karakter özellikleri nedir? Güvenilir kişiler midir?

Bu süreci barışçıl bir dünyada dış etkenlerden korunan akademik bir ortam, bilgiye ve kayıtlara onuru pahasına sahip çıkan alimler, alimlerin tarafsız kayıt yapmasına olanak veren bağımsız akademik ortamı sağlayan siyasi otoriteler gibi düşünmeyin sakın. Mesela 1258'de Moğollar bir geliyor Bağdat’taki kütüphaler yerle bri oluyor, bütün kitaplar bir anda yok oluyor… Keza 750'de Abbasi hanedanı gelip Emevilerin soyunu kurutuyor bu sırada şehri yakıp yıkıyor; Selahaddin Eyyubi 1171'de Şii Fatimileri Mısır’dan sürüp El Ezher Medresesinin mezhebini Şiilikten Sünniliğe değiştiriyor. Abbasilerin kimi halifeleri Mutezili oluyorlar, İmam-ı Azam ve İmam-ı Hanbel gibiler siyasi mahkumlar oluyorlar. Siyaset islam tarihinin her anında mevcuttur. Orta Doğuda İmamiyye Şiası, İsmaililik ortaya çıkıyor, Batınîlik ortaya çıkıyor, Hurufilik ortaya çıkıyor, Dürzilik ve Nusayrilik ortaya çıkıyor… Bunların tamamı İslami mezheplerdir ve kendilerine göre en az Sünnilerinki kadar tutarlı bir tarih anlatıları var. Yani hadisi kaç kişinin aktardığı, arada boşluk olup olmadığı vs. bunlara hiçbir surette kati cevaplar verilemeyeceğini aklınızdan çıkarmayın. Zira bu soruları soranlar 600 yıllık karanlık bir tarih yaşandıktan sonra 13–15. yy’larda, Sünniliğin halifesi olup bütün ortadoğunun hakimi olmak isteyen beylerin, hükümdarların ve neofiravunların kanatları altında ürettiler bu fikirlerini. Bu Arapça kitaplar üzerinden kendilerince bu tip “bu hadisin senedi neymiş, kaç ravisi varmış, ravilerin ricalini inceleyelim vb.” saçma sapan çocuk oyunları icat edip adına “Hadis İlmi” dediler, piyasaya sürdüler.

İslamın ana kaynağı Kuran gibi görünse de uygulamada İslam bir hadis dinidir, bu her daim akılda tutulması gerek bir şey. Yani müslümanların din motivasyonlu hareketlerinin islami metinlerdeki kökenini araştırsanız; hatta bunu şöyle matematiksel bir soruya cevap vermeye çalışarak yapsanız:

Bugün yaşayan 1.5 milyar müslümanın bir gün boyunca yaptığı din motivasyonlu hareketler acaba hangi islami metinlerden kaynaklanıyor?

Bulacağınız şey büyük oranda Kütüb-i Sitte hadisleri olacaktır. Yani Kuran’da ne namazın nasıl ve ne zaman kılınacağı tarif edilir, ne kadının nasıl örtüneceği ve nerelerini örteceği anlatılır… Abdest bile Kuran’da bugünkü müslümanın uyguladığından eksiktir. Müslümanın nasıl yaşayacağı, nasıl cihat edeceği, neyi isteyip neyi istemeyeceği, ahlakını nasıl kuracağı, kiminle nasıl evleneceği bilgilerinin detayları hep hadislerde tarif edilir. Dolayısıyla 1400 Yıldır dünya genelinde uygulanan en yaygın İslam türü olan Sünni İslam bir Hadis Dinidir. Hadis Usulü denen çakma ilim dalının önemi de buradan kaynaklanır zaten.

Sünni İslamın kendi tarih anlatısına göre en fazla hadis aktaran sahabeler şunlardır:

1- Ebu Hureyre (5374 Hadis)
2-Abdullah Bin Ömer (2630 Hadis)
3- Enes Bin Malik (2286 Hadis)
4- Ayşe (2210 Hadis)
5-Abdullah bin Abbas (1660 Hadis)
6-Cabir Bin Abdullah (1540 Hadis)
7-Ebu Said El Hudri (1170 Hadis)
8-Abdullah bin Mesud (848 Hadis)
9-Abdullah bin Amr (700 Hadis)
10- Halife Ömer (539 Hadis)
11-Halife Ali (536 Hadis)

Bir hadis dini olan Sünni İslam büyük oranda bu 11 kişinin anlattıklarıdır. Tabi bunların anlattıkları doğru bir biçimde 9. yüzyıla ulaştı ve onca savaş kıyamet, siyasal kargaşayı atlayıp 1300'lere geldi, daha sonraki 700 yıl boyunca da kaybolmadan kalabildiyse… Belki de bugüne sadece korunabilen kaynaklar gelmiştir, Muhammed’in orijinal İslam teorisinin büyük kısmı kaybolan kitapların içindeydi belki de… Böyle olmadığını kim nasıl ispat edebilir 1400 yıl sonra?

Hadis meselesine tekrar dönecek olursak hadislerin sınıflandırılmasındaki usulün bugünkü şekli ile netleşmesinin özellikle İbn-i Salah’ın Mukaddimesi ile Nevevi, Suyuti, Cürcanî, Heytemî gibi Sünniliğin meşhur şahsiyetlerinin 12–15. yy’lar arası oluştuğunu görüyoruz. Buna göre hadisler aşağıdaki gibi sınıflandırılmıştır:

“Kutsi Hadis” kavramının ortaya çıkış tarihi bile 12. yüzyılı bulur. Kutsi Hadisin anlamı lafzen Muhammed’de manen Muhammed’in Tanrısına ait söz/bilgi demektir. Hangi hadislerin kutsi olduğu hususunda tam bir kakofoni hakimdir. Herkesin kutsi hadisleri başka başkadır. Merfu, Muhammed’e ait söz ve hareketlerdir. Mevkuf, sahabelerin Muhammed tarafından onaylanan ya da onaylanmayan söz ve hareketlerinin anlatıldığı hadistir. Maktu hadis, tabiin’in söz ve hareketleridir. Mütevatir, tevatür ile gelen hadistir yani bir çok kişi kaynaklık etmiştir. Sünniler mütevatiri tanımlarken “yalanda birleşmesi mümkün olmayan bir çok kişi tarafından rivayet edilmiş hadis” derler ancak bu tanım elbette mümkün bir tanım değildir. Zira, çok ama çok fazla kişiden bile gelse ortada hadislerin aslına uygun biçimde aktarılması sürecini bozabilecek çok fazla etken olması mümkündür. Mütevatir olmayanlara Ahad hadis derler: Meşhur Ahad Hadis zincirin her halkasında en az 3 ravinin rivayet ettiği; Aziz Ahad Hadis 2 ravinin rivayet ettiği ve Garip Ahad Hadis ise 1 ravinin rivayet ettiğidir. Sıhhat açısından hangi hadisin sahih, hangi hadisin hasen veya zayıf olduğu ise bir çok noktada yine onu yorumlayan kişinin şahsi fikrine kalmıştır. Mesela hadisin sıhhatini araştıran kişi bir Müslim’e bakar oradan Buhari’ye bakar ve o anki tartışma neyi gerektiriyorsa kendince bir yorum yapar:

Ya tamam bu hadis insan aklına tam uymuyor ama bak ricalciler bu hadisin şu ravisi için şöyle böyledir demişler. (O yüzden bu meseleyi tartışmayı bırakalım, milletin kafasını karıştırmayalım, benim elimi zayıflatan değil güçlendiren argümanlara geçelim)

Tamam o hadis de çok mantıksız geliyor ama bak bunun da Ebu Davud’daki versiyonunda o mantıksız bölümün yer almadığını görüyoruz. (O yüzden bu meseleyi tartışmayı bırakalım, milletin kafasını karıştırmayalım, benim elimi zayıflatan değil güçlendiren argümanlara geçelim)

Saçma Hadislerle ilgili tartışmalarda Sünnilerin tartışmayı çıkmaz sokağa çekip bitirme yöntemlerinden meşhur iki tanesi bunlardır. Saçma Hadislerle ilgili tartışmalarda en meşhur yöntem zaten:

E Kuran’da da akla ve mantığa aykırı şeyler yazıyor, ona neden inanıyorsun bu hadise inanmıyorsan?

800'lü yıllardan itibaren yüzlerce farklı hadis kitabı yayımlandığı rivayet edilir. Ancak Ehli Sünnet İslam bunlardan sadece 6 tanesini güvenilir bulur. Bunun iki istisnası var alsında zira Hanbeli mezhebinin kurucusu Ahmed bin Hanbel’in kendi “Müsned” isimli, 28.199 hadisten oluşan hadis derlemesi vardır ve Hanbeliler bu kitabı en üstün hadis kitabı olarak görürler. Keza Malikilerin de en üstün gördüğü hadis derlemesi İmam Maliki’nin 1720 hadisten oluşan “Muvatta adlı eseridir.

Hadisçiler ile Fıkıhçılar arasındaki çatışmaya Buhari’nin İmam-ı Azam hakkında yazdıkları ile bir örnek vermek gerekirse Buhari’nin “Sevrî” mezhebinin kurucu imamının (ki aynı zamanda ciddi bir muhaddistir) beyanına dayanarak İmam-ı Azam’ı deccal gibi gördüğü söylenebilir:

Ed-Duafâüs-Sağir — Buhari

İmam-ı Azam öldükten 43 sene sonra doğan Buhari’nin özellikle et-Târîhu’l-Kebîr adlı eserinde İmam-ı Azam’ “İslam’a zarar veren sapık mezheplerden birinin mensubu” şeklinde en sert şekilde eleştirmesinden anladığımız kadarıyla Fıkıh Mezhepleri ile Hadisler ve Hadis Usulü arasındaki uzlaşma en azından 10. yüzyıla kadar bir türlü sağlanamamıştır. Zaten Nizamülmülk’ün siyasetnamesinde de belirtildiği üzere Hanefi-Şafi barışı Selçuklular devrinde dahi tam anlamıyla sağlanamamıştır. Keza Memluk tarihinden bildiğimiz üzere de 4 mezhebin hak olduğu teorisi siyasal anlamda ilk defa 1265 yılında Memlukların 5. Sultanı Baybars tarafından kabul edilmiştir. Bugün kendini ehli sünnet otoritesi olarak görenlerin 4 mezhep barışı teorisi, ne Büyük Selçuklular döneminde ne de Selahaddin Eyyubi Mısır’ı 1171'de Şiilerden alıp Şafi mezhebi hakimiyetine koyduktan sonra başarılabilmiştir. Gazalinin 4 Hak Mezhep Teorisi ancak Muhammed öldükten 633 yıl sonra 1265'de Memluk sultanı Baybars döneminde uygulamaya konulmuştur:

2018, Erol, B. G. — Memlüklerde Dört Mezhep Başkadılıklarının Kuruluşu ve İşleyişi

İşte Kütüb-i Sitte denilen 6 kitabın Sünniliğin Kuran’dan sonraki temel kaynağı oluşunu sağlayan en önemli metinlerden biri bu barıştan iki yüzyıl önce 1056–1113 yılları arasında yaşamış İbn-i Kayserâni tarafından Kudüs’te kaleme alınmıştır: “Etrâfü’l-Kütübi’s-Sitte ve Şürûtü Eimmeti’s-Sitte”.

Bugün de dahil olmak üzere bir çok Sünni İslam cemaati Kütüb-i Sitte yazarlarının beyanlarını neredeyse Kuran ayeti kadar kati sayarlar. Örneğin Nureddin Yıldız’ın bu konudaki açıklamalarını alttaki videodan dinleyebilirsiniz, ne diyor:

En az on bin alim kişi 400 yıl boyunca çalışarak bu hadisleri ortaya çıkarmış ve yayımlamıştır; hadisler inkar edilemez, hadislerin gerçekliği üzerinde de en az beş yüzyıl uğraşılmıştır. 1200 Yıl boyunca müslümanlar Sahih-i Buhari’ye, Sahih-i Müslime bu kitapta yanlış bir söz yoktur diyerek inandılar. 1200 Yıl boyunca buna iman eden müminler enayi miydi? Buhari ve Müslim Kuran’dan sonra en hakiki kaynaklardır; bu iki kitabı tartışamayız. Tartışanla selamın kesilmesinde bir sakınca yoktur. Ebu Davud, Tirmizi, Nesai ve İbn-i Mace’nin ise büyük bölümü tartışmasız doğrudur; içinde ulemanın tartıştığı az bir bölüm olabilir.

Keza Türkiye’de Ehli Sünnet İslamın bir diğer meşhur cemaatlerinden İsmailağa (Mahmutçular) cemaatinin temsilcisi Cübbeli Ahmet’in beyanı şu şekildedir:

Mütevatir Hadisi inkar eden kişi kafir olur. Buhari’deki mütevatir olmayan hadisi inkar eden kişi kafir olmasa bile Ehli Sünnetten çıkar.

Bu adamların Türkiye’deki Sünnilikte ciddi etki alanları var; bugün hala Diyanet dahi yeterince Sünni görülmez Türkiye’deki birçok Sünni cemaat tarafından… Neden? Diyanet bir devlet kurumudur ve Sünni İslamın gerçeklerini eğip bükmediği zaman doğrudan TCK ile çelişiyor, Anayasa ile çelişiyor, İnsan Hakları ve yürürlükteki Medeni Kanun ile çelişiyor. Bu tip cemaatlerin ise böyle kısıtları yok, onlar binlerce yıllık geleneksel Sünni İslamı olduğu gibi anlatabiliyorlar. Alparslan Kuytul ne diyor hadisler hususunda?

Allah, Kuran’ı koruyacağını söylüyor… Bunun anlamı hadislerin de Allah tarafından korunacağıdır. Hadisler, Kuran’ı manasını açıklar dolayısıyla lafız korunuyorsa mana da korunmalıdır.

Ebubekir Sifil gibiler, şekilden şekle giriyorlar Kütüb-i Sitte’ye yüzyıllardıdr atfedilen kutsiyete hasar vermemek ama bir yandan da Kütüb-i Sitte’deki binlerce saçmalığa, akla en azından hakaret edercesine olmayan bir açıklama getirebilmek için… Elbette buna ne güçleri yetiyor, ne de zekaları… Zaten Kütüb-i Sitte’de geçen absürdlükleri savunacak kadar düşmüşse bir insan, bildiğin akıl sağlığını kaybetmiştir.

Temelde İmam-ı Azam ile Sünnilik arasındaki en büyük çelişki İmam-ı Azam’ın elimize şerhler aracılığı ile ulaşan metinlerinde sonradan Kütüb-i Sitte’ye de girecek bir çok sahih hadisi inkar etmiş olmasıdır. Yani bir Hanefi Türk diyor ya “ben Sünniyim ve mezhep imamım İmam-ı Azam’dır” diye; eğer Sünni isen Kütüb-i Sitte’deki sahih hadisleri inkar etmemen gerekir eğer mezhep imamın İmam-ı Azam ise de o neden Kütüb-i Sitte’deki sahih hadisleri inkar ediyor? Burada kaynak gösterdiğim “İmam-ı Azam’ın Beş Eseri” adlı kitap Osmanlı döneminde birilerince kopyalanarak çoğaltılmış ve bu kitap hakkında da diğer bütün İslamî kitaplarda olduğu gibi, sahtedir/gerçektir tartışmaları sürüyor. İslamcının en meşhur kaçış yollarından biri “o kitap çok sahih değil yeaa” ve “o rivayet çok sahih değil yeaa” bahaneleridir bildiğiniz üzere. E bunların sıhhatinde dahi tereddütteysen ne diye kendine %100 Hanefi etiketi yapıştırıyorsun babuş? diye sorarlar adama da neyse biz meselemize odaklanalım:

İmam-ı Azamdan şerhler aracılığı ile elimize ulaşan El Alim vel Müte’alim isimli eserden sahih hadis inkarı ile ilgili örnek.

Ebu Davud ve Tirmizi gibi sahih kaynaklara sünniliğin anlatısına göre yüz binlerce hadis elendikten sonra girmiş bu hadis İmam-ı Azam’a göre uydurmadır. Bu durumda Sahih Hadis kavramı ile İmam-ı Azam Fıkhı arasında ciddi bir çelişki oluşmuyor mu? Zaten İmam-ı Azam mesela El Fıkh-ul Ebsat isimli eserinde Allah’ın sıfatlarını zati ve fiili diye iki kısma ayırmıştır ve bugünkü Sünni Hanefi İslama göre olan Allah’ın Zati ve Subuti sıfatlarından farklıdır bu sıfatlar. İmam-ı Azam’ın bugünkü Sünnilikle çelişen bir çok noktası vardır. İmam-ı Azam tıpkı Hanbeli Selefiler gibi Kuran’da geçen “yed” kelimesinin -ki “el” demektir Arapça- Allah’ın gerçekten bir eli olduğuna delil sayar, ilahiyatçı Sünniler, Diyanetçi Sünniler ya da Nakşibendi/Kadiri Sünni cemaatçiler gibi “bu kelimede mecaz var, orada el ile aslında kudret/güç/power demek istiyor” görüşüne de doğrudan karşı çıkar.

El Fıkh’ul Ekber — İmam-ı Azam

Yine İmam-ı Azam ve Kütüb-i Sitte arasındaki büyük çelişkilerden biri:

“Üç kişi hariç, bütün sahâbeyi taklit ederim ve onların hilafına re’y belirtmeyi caiz görmem. O üç kişi, Enes b. Mâlik, Ebû Hüreyre ve Semura b. Cündüb’dür.” Bunun sebebi sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Enes’e gelince, bana ulaştığına göre ahir ömründe aklı karışmıştır. O, (tâbii olan) ‘Alkame’den fetva sorardı. Hâlbuki ben Alkame’yi taklit etmem, nasıl olur da Alkame’den fetva soranı taklit ederim. Ebû Hüreyre ise manasını düşünmeden ve nâsih-mensûhunu bilmeden kendine ulaşan ve işittiği her şeyi rivayet ederdi. Semura b. Cündüb’e gelince, ondan bana, beni üzen bir haber ulaşmıştır. Bana ulaştığına göre o, hamr (şarap) dışındaki sarhoş edici içecekler konusunda geniş davranıyordu. Bu gibi sahâbeleri fetvalarında taklit etmem.” (Kitâbü Şerhi Edebi’l-kâdî li’l-Hassâf)

İmam-ı Azam, Ebu Hureyre ve Enes Bin Malik gibi en fazla hadis nakleden kişilere güvenmediğini belirtiyor. Yukarıda da değinmiştim hatta rivayet ettikleri hadis sayılarını vermiştim, bugün Kütüb-i Sitte’yi açıp bakarsanız en fazla bu iki adamın ismini görürsünüz halbuki. En fazla “Kütüb-i Sitte Hadisi” nakleden birinci sahabe Ebu Hureyre’dir üçüncüsü de Enes Bin Malik’dir. Bu ikisini Kütüb-i Sitte’den çıkarırsanız Kütüb-i Sitte’nin (çoğu birbirini tekrarlayan toplam 29.331 hadisin, YANİ MUHAMMED SÜNNETİNİN EN ESKİ YAZILI KAYNAKLARININ takribi %25'ine yakınını yırtıp çöpe atmanız gerekir.

Bir diğer konu İmam-ı Azam’ın El Fıkh-ul Ekber isimli eserinde küfür ve iman meselesini, daha doğrusu kader meselesini açıklamada yetersizliği ve hatta kendi kendi ile çelişiyor oluşudur.

Aslında mesele klasik “Allah zaten ezelde birilerini kafir olarak yaratmış ise dünyadaki imtihan sahte, gereksiz, adaletsiz ve saçma bir imtihan olmuyor mu?” sorusu. Bunun bugünkü Sünni İslamdaki esas cevabı (-ki o da hiç makul bir cevap değil aslında) tasavvufun İslama duhulü sonrası verilebilmiştir ve İmam-ı Azam döneminde henüz tasavvuf diye bir şey yoktur. Dolayısıyla İmam-ı Azam bu soruya cevap vermeye çabalayıp çelişkiye düşmüş, cevap verememiş ve batırmıştır. Yani onun döneminde -ki İslamın ilk 80-150 yılı arası dönemden bahsediyoruz- bu sorunun şu anda bilinen o mistik cevabı henüz bulunamamıştı. O cevap nedir? “ İşte Allah o kadar büyüktür ki senin sınavı geçip geçemeyeceğini daha seni yaratmadan biliyor” yukarıda buna benzer bir ifade var mı İmam-ı Azam’ın kitabında? Yok. Birbiri ile çelişen ifadeler var sadece. Allah hem dilediğine yardım ediyor ya da dilediğinden yardımını kesiyor hem de kimseyi kafirliğe veya müminliğe zorlamıyormuş. Yaratmasaydı “ortada bir zorlama yok, sadece bazılarına torpil geçiyor” denerek savunulabilirdi. Ama hem yaratıp hem de birilerine kıl kaparken birilerine torpil geçmek düpedüz zorlamadır. Net bir ödül ve ceza sistemi; üzerine de mutlak adalet iddiası ile gelen bir tanrı eğer imtihana katılanlardan birine yardım ediyorsa bu onu müminliğe zorlamasıyla birdir, eğer bir başkasından yardımını kesiyorsa bu o kişiyi kafirliğe zorlaması ile birdir. Allah’ın yardımını kestiği yani uyuz olduğu kişinin imtihanı geçme şansı ne olur? Neticede yardım ettiği kişi mümin olacak ve cennete gidecek diğeri kafir olacak ve cehenneme gidecektir bu iddiaya göre. Yani bu tanrı hem sistemin sahibi, hem bu iki kişinin sahibi ama birine kafirlik diğerine de müminlik yolunda bir dokunuş yapıyor. Bu kadar çok şeyin sahibi olduğunu iddia eden birinin dokunuşu dokunduğu şeyin bütün varlığını etkilemez mi?

Burada gördüğümüz üzere solda Fıkh-ı Ekber isimli eserde yazana göre Halife Osman Halife Ali’den daha yücedir. Sağda Fıkh-ı Ebsat isimli eserde yazana göre ise Ali ve Osman meselesini Allah’a havale etmek gerek. Burada kastedilen elbette hangisinin daha üstün olduğu meselesi. Yani, gerçek adı Sabitoğlu Numan olan İmam-ı Azam alelade bir insandır. Yeri gelmiş saçmalamış, yeri gelmiş iyi şeyler konuşmuş yeri gelmiş yukarıdaki çelişkili ifadelerde bulunmuştur. Bu adam 1300 yıl nesiller boyunca ahlak ve erdem öğrenilecek, zekasına ve aklına hayran kalınacak, peşine takılacak bir adam değildir.

Oysa İmam-ı Azam tarih boyunca öylesine kutsanmıştır, öylesine ilahlaştırılmıştır ki kendisine insanüstü, doğaüstü, fizik ötesi bir konum atfedilmiştir gerek ulema gerekse yığınlar aracılığı ile:

  • İmam Ebu Hanife ile 6 ay kaldım, geceleri bir kez bile yanını yere koyup uzandığını görmedim. (Zehebi, menakıb, sf.21)
  • Ebu Yusuf, hocası Ebu Hanife’nin her gece namazda kuranı bir rekatta hatmettiğini söyler. (Vâsıtî, Mecmau’l-Ahbâb, 3/339)
  • Ebû Hanîfe bilindiği kadarıyla, kırk yıl boyunca bütün sabah namazlarını yatsı abdestiyle kıldı. Kur’ân’ı her gece seher vaktinde bir rekâtta hatmederdi. (Zehebi, siyer-u alemin nübela 6/399)
  • Ebu Hanife geceleri iki rekatta bir Kuran’ı hatmederdi. (sibt-u ibnul cevzi, el-İntisar ve’t-Tercih lil’l-Mezhebi’s-Sahih, s.459)

Her gece bir rekatta Kuran’ı hatmetmek hem de bunu 40 yıl boyunca yapmak, geceleri hiç uyumamak, gündüzleri de hiç uyumamak tüm bunları yaparken bir mezhep kurmak, yüzlerce öğrenci yetiştirmek, fıkıh kuralları üzerine düşünmek, sıfırdan hukuk sistemi kurmak, usul oluşturmak, müçtehitlik sistemi kurmak, binlerce içtihat oluşturmak, binlerce hadisi ayıklamak, vatandaşın soruları ile meşgul olmak, 55 kere hacca gitmek (yayan/deveyle) bir de üzerine çok başarılı bir kumaş tüccarı olmak, kumaş satarken kılı kırk yarmak, çok çalışkan ve dürüst, bir çok kişiyi geniş mağazasında çalıştıran patron bir tüccar olmak… Siz Kuranı hiç hatmettiniz mi? Ben 5–10 kere etmişimdir. Bir kez hatmetmek için bile sabır taşı olmak gerek, öyle pek kolay bir iş değil. Kuranda 77.800 kelime var. her kelimeyi bir saniyede söyleseniz 77.800/3600=21 saat yapar. Yarım saniyede söyleseniz 10 saat yapar.çeyrek saniyede söyleseniz 5 saat yapar. İnsanın biyolojik sınırına ters değil mi, akla, fikre, insanın anlama yetisine, kavrayışa hakaret mi değil mi bu İmam-ı Azam anlatan metinler? İmam-ı Azam hakkında bize ulaşan kitaplar, onu anlatan en eski ve güvenilir görülen kitaplarda yukarıdakiler yazıyor. Ondan elimize ulaşan ve onun kendi eli ile yazdığı bir tek harf bile yok. Şerhler yani yüzyıllar sonra yazılan ve elimize ulaşan kitaplarda geçen “Ebu Hanife (İmam-ı Azam) böyle böyle demişti” şeklinde ifadeler var sadece.

İmam Ebu Hanife kumaş tüccarı idi. Daru Amr b. Hureys semtinde çok sayıda işçi ve sanatkarın çalıştığı oldukça geniş bir mağazası vardı. (Zehebi, Tarihu’l-İslam, 4/310) (zehebi m.s. 1274 yılında doğmuştur)

İmam-ı Azam’ın vasiyeti diye bilinen ve çeşitli şerhler aracılığı ile elimize ulaşmış metinde yine büyük bir çelişki vardır:

Eğer Vakıa suresinin 10. ayetini İmam-ı Azam’ın yöntemi ile anlamaya çalışırsak, o ayet eğer hangi halifenin hangisinden üstün olduğunu gösteren bir ayetse ilk müslüman olan kişinin en faziletli, ikinci müslüman olan kişinin ikinci en faziletli, üçüncü müslüman olan kişinin de üçüncü en faziletli olduğu anlamını çıkarmamız gerekir. Peki Ömer mi daha önce Müslüman olmuştur yoksa Ali mi? İlk Müslümanın Hatice olduğu konusunda ehli beyt (şii/alevi/nusayri) ve ehli sünnet (ehli hadis+ehli rey) mutabıktır. İkinci Müslüman olan kişi için Şiiler ve aleviler Ali’yi bilirken Sünniler Ebu Bekir’i bilirler. Ancak Ömer ve Osman her ikisine göre Ali’den daha sonra Müslüman olmuştur. Eğer Vakıa Suresinde ayet ilk Müslüman olanlar en faziletlilerdir diyorsa Ali’nin Ömer ve Osman’dan daha az faziletli olmasının gerekçesi nedir Sabitoğlu Numan’a göre acaba? İşte buna biz korkaklık diyoruz. Ali’nin bütün ailesini katleden Emeviler döneminde alimlik yapan Numan efendi Osman’la akraba olan Emeviler’in mülkünde yaşayıp da “Vakıa suresine göre Ali Osman’dan ve Ömer’den üstündür” diyecek değildi herhalde. “Faziletli” de neyse artık, neden böyle insanları ÖSS deneme sınavı sonucu yayınlar gibi sıralama ihtiyacı doğmuşsa dimi? Acaba Ali’nin Osman’dan düşük olduğunu vurgulayarak; yani sahtekarlık yapmak suretiyle Ehli Beyt’in değil de ehli sünnetin yani (ehli rey+selef) akidesinin bugünkü tanımı ile sünniliğin en üstün İslam tipi olduğunu insanların beynine psikolojik baskı ile kazımak için mi?

Şu “beş eser” defterini kapatıp Sünni Hanefiliğin esas kitabına gelecek olursak; İmam-ı Azam’ını fikirlerini barındıran eden ve bugün eski bir kütüphanede tarihi kaynak olarak hala duran en eski kitaplar Tahavi, El Kerhi, El Cessas, Es-Semerkandi, El Cürcani, Kuduri, Halvani, Serahsi ve Cüzcani gibi Hanefi alimlerinin M.S. 10–12 yüzyıllar arasında yazdıkları şerhlerden kalmadır. Hanefilik mezhebini asıl meşhur eden ve ismine Hanefilik diyen kişiler İmam-ı Azam’ın öğrencileri İmam Ebu Muhammed (Şeybani) ve İmam Ebu Yusuf’dur. Bu iki imama Sünni literatürde İMAMEYN derler. Sondaki “eyn” eki ikilik ifade eder. “İki İmam” demektir. “şehr: ay” ve “şehreyn:iki ay” gibi. İmam-ı Azam muhtemelen kendisi hiçbir şey yazmamış bu öğrencilere dikte ederek yazdırmıştır. Bunların yazdıkları da zamanla kaybolmuş başka alimlerin kitaplarında şerhler/alıntılar olarak kalmıştır, Onlar da kaybolmuş ve çok sonra yaşamış başkalarının kitaplarında alıntılar olarak kalmıştır. İşte böyle böyle günümüze gelmiştir. Bu elbette günümüze gelenlerin tümünün gerçekten İmam-ı Azam’dan ulaştığını garanti etmez. Ancak Bugünkü Hanefilik elimize ne ulaşmışsa odur. İşte elimizde olanlardan en eski ne var dersek çeşitli alimlerin çeşitli zamanlarda yazdığı ve kendi iddialarına göre imameynden şerh ettiklerini beyan ettikleri Zahirür Rivaye isimli külliyat var.

Zahirür Rivaye 6 kitaptan oluşur:
1- El Mebsut (El-Asl)
2-El Cami-üs Sağir
3-El Cami-ül Kebir
4-Es- Siyer üs Sağir
5-Es- Siyer-ul Kebir
6-Ez-Ziyadet

Hanefi fıkhının ve hatta Sünni İslamın, diğer bütün sünni mezheplerin de içinde elimizdeki en eski, en temel kaynakları bunlardır. Bunların içinde de Hanefiler için en değerli kitap İmam Ebu Muhammed’den geldiği iddia edilen El Mebsut’tur. Ve elimizde El Mebsut’un en eski nüshası bildiğim kadarıyla Serahsi’ye aittir. Muhtemelen MS. 1050–1090 arası bir tarihte yazılmış yani 11. yüzyıla aittir. Kitabın İstanbul’dan Kahire’ye, Şam ve Hindistan’a kadar bir çok kütüphane’de eski nüshaları mevcut olduğu söylenir. Ancak Bu nüshaların hiçbiri tam değildir, ayrıca nüshalar 11. yy’dan kalma da değildir çok daha sonraki yüzyıllara ait kopyalardır. Kitabı Türkçe’ye çevirenler parçaları farklı farklı yerlerden alıp birleştirmiş. Kitabın bir kısmının Türkçe çeviri pdf’si burada:

http://www.enfal.de/k_asil_1.pdf
http://www.enfal.de/k_asil_2.pdf
http://www.enfal.de/k_asil_3.pdf
http://www.enfal.de/k_asil_4.pdf
http://www.enfal.de/k_asil_5.pdf

İstanbul’un yazma eser kütüphanelerindeki Osmanlı şerhleri Cüzcani (11. yy.) şerhine dayandığı için kitap genelde Cüzcani şerhi üzerinden çevrilmiş. Diğer kopyalar ile karşılaştırma yapmayı düşünüyorlarmış ancak henüz yapamamışlar. Hikayeyi anladıysak eğer, İmam-ı Azam’ın fikirlerini irdelemek için bu Türkçe çeviriyi neden kullanacağımı da anlamışız demektir. Yukarıdaki tenkitlerim “İmam-ı Azam’ın 5 eseri” isimli 17. yüzyılda bir Osmanlı aliminin şerhleri takip ederek “bunlar imam-ı azamın sözleridir” şeklinde hazırladığı ufak bir risale idi. Hacimsiz, kısa ve genel geçerdir. Esas irdelenecek detaylı fıkıh meseleleri Zahirür Rivaye’nin içindedir. Türkçe çeviriyi yapan kişi: klasik bir şeriatçı olan DEU İlahiyat öğretim üyesi Prof. Dr. Osman Eskicioğlu. Bakalım:

Öncelikle Türkiye’de bir dönem yeri yerinden oynatan, islamcıların hala daha zır zır ağladığı Türkçe (anadilde) ezan ve ibadet konusunda İmam-ı Azam’ın görüşüne bakmak ister misiniz? Bakın bu yorum akla hakaret değil. Yiğidi öldür hakkını yeme.

Kütüb-i Sitte’nin 5 kitabında defaatle bulunan deve sidiği içmenin sağlığa faydalı olduğu hadisini gösterdiğimde bütün hayat realitesi dansözlük yapmak olan bazı İslamcılar “ben fıkha bakarım, taklit ederim, mukallitim, hadise bakmak haddime değil” diyerek kaçmaya çalışmışlardı. Kaçın bakalım nereye kadar kaçacaksınız kendinizden. Yeri gelmişken fıkıhtan İmameyn’in deve sidiği içmeye bakış açısını görmek ister misiniz?

Ebu Yusuf: Hanefi Fıkhında Top 3 Alim, Ebu Muhammed: Hanefi fıkhında Top 2 Alim ve Bevl: Sidik demektir.

Bu fıkıh kitaplarının en komik tarafı artık içinde yazanların çoğunun uygulanabileceği alanların kalmaması. Kuyuya düşen hayvanlar, kuyulara işeyenler, sıçanlar. Dübürden kurtçuk çıkması durumu, hurmanın nemi ile abdest alacak kadar susuz kalmak, memesinde sütü ile birlikte satılan koyun, inek ve satış sonrası bu sütün kime ait olduğu gibi büyük dünya meseleleri, cariyeye ortak sahip olan iki efendi ve ikisinin birden cariye ile seks yapması… vs. Yani adamların döktükleri külliyatlar 21. yüzyılda modernite çağında hep boşa gitmiş, bir de kanun koymuşlar bizim kuralımızın üstüne kimse kural koyamaz diye. Mesela bir de sanki biyoloji profesörü imiş, gıda mühendisi imiş gibi net ve kararlıca verilen sallamasyon cevaplar var:

Sünni fıkhında bilimsel otorite diye bir kurum yoktur, çölde doğmuş cühela her konuda ahkam keser.

Tereyağının içinde fare ölürse ne yapılır? Adamda “bilmiyorum , bir bilene sormak lazım” diye bir cevap türü yok. Sen kimsin? Bilir kişi misin? Otorite misin? Sanki molekülleri çözmüş, farenin leşinin oluşturacağı bakterilerin, mikropların, virüslerin tereyağı içinde nasıl hareket edebileceğini, nerelere ulaşabileceğini deneylerle gözlemlemiş gibi “kenarlarından biraz al sonra yiyebilirsin tereyağını” diye cevap vermek nasıl bir narsizmdir?

Sünni fıkhı kendinden olmayanı ezer, adaletsizdir.

“Beytülmal” devlet hazinesi demek. “Zımmi” de islam devletine zimmetli (İslam devletinde 5. sınıf vatandaş olarak yaşayan vatanı işgal edilmiş) gayrimüslim demektir. Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı devletleri ve ötesinde diğer tüm Darül İslamlar (şeriat devletleri) hukuksal doktrinlerinin kaynağını bu kitaplardan alırlar. Özellikle Türkler için Hanefi fıkhının kaynağı bu kitaptır ve bu kitapta “eğer senin devletinde gayrimüslim varsa ona devlet hazinesinden beş kuruş hizmet yoktur yazılı, imam-ı azam imzalı”. Süper hoşgörü, süper eşitlik, Osmanlı hoşgörü devletidir. Bu arada bu kuralın mesela 2020 yılında değiştirilmesi de Gazali hazretleri tarafından net olarak yasaklanmıştır (içtihat kapısı kapatılmıştır).

Cariye ile sekse İmam-ı Azam’ın bakış açısı.

Orta çağda cariye elde etmede yöntemler:

1- Bir memleketi işgal eder, yakıp yıkarsın, erkeklerini öldürür kadınlarını ve çocuklarını köle edersin.
2- Afrikadan zenci köle getirir pazarda satarsın.
3- Köleden doğma çocukları köle olarak satarsın.

Cariye denen şey pazardan para ile alınan kadın veya kız çocuğudur. Özellikle seks amaçlı kullanmak için kız çocuğu alınır ve satılır. İmam-ı Azam’ın o yüce vicdanı kız çocuklarının 70'lik sakallı mollaların yatağında sex machine olarak kullanılmasına nasıl razı olmuş? Yoksa İmam-ı Azam iyi bir insan değil miydi? Ya da tarihsel bağlamda mı düşünelim? Kızını versene bir mollaya islamcı birader, hep yanlış açıdan empati yapıyorsun. Orta çağda yaşayan bir efendi değil, bir köle olarak tasavvur et kendini. Köle bir kadın olarak yani cariye olarak. Efendin zorla seni yatırıp tecavüz ediyor ve en güvendiğin fıkıh kitapları da buna müsaade ediyor seni değil efendini haklı görüyor. Bunu düşünmeyi başar bir… Sonra düşünürüz tarihsel bağlamını.

Sünni fıkhında bütün cariyelerle yatmak caizdir.

Cariyelerle hangi durumlarda yatılabileceği, azat ettikten sonra bile unutup yatmanın haram olmadığı anlatılıyor da acaba cariye o sakallı mollanın buruşuk billurlarını istiyor mu diye sormuyor vicdan timsali müçtehitlerimiz. Bir de sonunda bir köle kadına tecavüz etmenin önündeki her türlü engeli kaldırmışlar, her türlü ihtimali yazmışlar kitaplarına.

Sünni fıkhı haraç alır.

Ehli kitap demek yani 4 büyük kitaptan birine tabi olanlar. Yani Müslümanlarla birlikte İseviler, Museviler ve Davudiler. Bunlardan nasıl haraç alıyorsan Mecusilerden de öyle haraç al diyor. Hadi ben Mecusi oldum İslamcı kardeşler, itiraf ediyorum gelip haraç alın benden 21. yüzyılda. Bu bir içtihat ve bu içtihatın değiştirilmesi teklif bile edilemez. Kuracağınız şeriat devleti ben Mecusi oldum diye benden daha fazla vergi alacak ve siz de kendinizi dünyanın en iyi kalpli dindar, ihlas sahibi, necip milleti olarak göreceksiniz, gerçek adalet de bunu gerektirir öyle mi?

Sünni fıkhına göre vajinanın helal ve haram olduğu durumlar bile açıklanmıştır.

Bol bol cariye ile seksin meşruluğu üzerine kaynak paylaşımı yapıyorum çünkü İslamcı Hanefiler hem birbirlerine hem diğerlerine yalan söylüyorlar. Bu gerçeği birbirlerinden de saklıyorlar. İmam hatiplerde, ilahiyatlarda ya da Cemaatlerde eğitim almış gençlere öğretilen şudur:

“padişahlar cariyeleri ile ancak imam nikahı kıydıktan sonra birlikte olmuşlardır.”

Bu yalandır ey beyni yıkanmakta olan arkadaş. Bunun yalan olduğunun ispatı yukarıda verdiğim Hanefi Fıkhının ilk fıkıh kitabı olan en eski metindir. Sizin hocalarınız bu metinden utandıkları için bunu sizden saklamaktadırlar. Size aşağılık bir yalan söylemektedirler. Cariye ile evlenmeden sadece pazardan para ile alıp hemen yarım saat içinde evine götürdükten sonra bile seks yapabilirsin, istersen hemen al bir ağacın dibine yatır ötede bir yerde. Zorla, tecavüz ile, onun bütün kişiliğinin, haysiyetinin, insanlığının ırzına geçerek. Peki bu vicdansızlık değil mi? Kendini o cariyenin yerine koysana bir… Senin zorla ırzına geçseler ne yaparsın? İşte yukarıda İmam-ı Azam açık açık bir vajinanın hangi durumlarda helal hangi durumlarda haram olduğunu yazmış.

İmam- Azam’a göre vajinanın içine girmek iki halde helaldir:

1- Nikah
2- Mülkiyet

Bunlar akla ve kavrayışa uygun mudur? Hiçbiri insan aklına uymuyor. Bu bugün nasıl vicdansızlıksa mutlak iyilik iddiası ile gelen bir tanrıya göre o devirde de hayvanlık ve aşağılık bir hareket kabul edilmeliydi. İmam-ı Azam gibiler iyi ile kötüyü akılla ayırt edemedikleri için olmadı. Barbarlık hakim oldu. İmam-ı Azamlar falan iyi insanlar değillerdi, içleri kötülük doluydu. Bunu kavramanız gerekiyor.

Sünni fıkhı cariyelerin bebeklerini meta olarak görür.

Burada “cariyenin karnındaki” diye bir ifade var. İnsan oğlum bu. İşte bunlar öyle ilkel doktrinlerdir ki cariyenin karnındaki bebeğinden sanki bir eşya gibi, bir meta gibi, bir hayvan gibi “cariyenin karnındaki” diye bahsederler. Şeriat budur. O çok istediğin şeriat budur İslamcı dangoloz. Cariyenin karnındaki eğer sen azat etmezsen yine sana köle olarak doğacak. Yalnız tersten düşün bir de o cariyenin karnında hiçbir şeyin farkında olmadan “birilerinin ayaklarını öpecek köle” olarak sen doğsaydın? İnsanlık empatiyi doğru yöne yapmaktır. Şeriat birilerine henüz daha doğmadan köle sıfatını yapıştıran barbarlık düzenidir. Şeriat Hanefiler için Hanefi fıkhının hukukun ve devlet idaresinin tek ve mutlak değişmez kaynağı olduğu siyasal düzene denir. Şeriatın ne olduğunu iyi öğrenin. “Şeriat Allahın kurallarıdır, Allahın kuralları insanınkinden daha mı kötü olacak yeaa?” safsatası ile savunduğunuz Hanefi şeriatı tam olarak budur. Hadi gidin uygulayın gücünüz yetiyorsa. Uygulayamıyorsanız acizsiniz.

Cariyeye ortak olmak ve ikili tecavüz mümkündür.

Gariban, sahipsiz kalmış, vatanı işgal edilmiş ve tüm ailesi kılıçtan geçirilmiş bir kız çocuğu (cariye) iki adamın ortak malı olabiliyor bu inanca göre. İkisi de bu kız çocuğuna tecavüz edebiliyor ve eğer bir çocuk olursa çocuk hür adamın mı olacak yoksa mükatep (köle olmasına rağmen özgürlük antlaşması yapmış) adamın mı olacak sorununa İmam-ı Azam’ın cevabı. Hür adamın olur demiş. Bu mesela peygamberlerden sonra en kutsal adamlardan biri olarak görülen İmam-ı Azam’ın garibine gitmiyor. Zavallı kız çocuğuna bir o adam tecavüz ediyor bir öteki. İmam-ı azam ise doğacak çocuğun kimin malı olacağını dert ediniyor.

Kadınlar bir cinayete bizzat tanık olsa bile şahitliklerine güvenilmez.

İslam fıkhında bir “kısas gerektiren cezalar” vardır bir de “kısas gerektirmeyen cezalar”. Birini isteyerek ve bilerek öldürdü isen sen de öleceksin. Birinin ölümüne istemeyerek sebep oldu isen mesela burada kısas kalkıyor yerine diyet geliyor. Bir diyet ödeyeceksin. İşte Eğer Müslüman bir kadın bir adamın cinayetine tanık olsa, cinayet tam olarak önünde gerçekleşse bile mahkemede şahitlik yapamıyor. Müslüman kadınlar bu yüzyılda hala daha böyle bir kaideye saygı duyuyorlar mı? Sana soruyorum ey bu yazıyı okuyan Müslüman kadın, sen gerçekten bu kadar değersiz misin? Senin şahitliğini kabul etmeyeyim mi ben sence de bir erkek olarak? Seni adam yerine koymayayım mı? Bu çağda bile? Bu meseleye “tarihsel bağlam, dönemin şartları” açısından da bakamayız. Bugün de senin kısas davalarında şahitliğin geçerli değil hala Hanefi fıkhına göre. Bunu gerçekten kabulleniyor musun? Hukuk fakültesinde okuyup da şeriatçılık ve İslamcılık hevesi olan kızlar var ya hani… Şahitliğinin bile sayılmadığı yere avukat ya da hakim (kadı), savcı yaparlar mı seni? Boşuna mı okuyorsun onca dersi? Çelişmiyor musun kendinle?

Burada da ilginç tespitler var, köleler hangi şartlarda kusurlu olur? Bir cariye için veled-i zina yani “orospu çocuğu” olmak kusurmuş mesela. Sonra sarışınlar ve gingerlar (kızıllar) da kusurlu kölelermiş, en iyisini Arap karası olarak görüyorlar sanırım. Bu nasıl tersten bir biyolojik faşizmdir arkadaş? Biz sarışınlar iyidir, kızıllar taştır sanıyorduk hep oysa. Cinsel ilişkiye engel olacak her şey kusurmuş. Bu kitabın büyük kısmı köle hukukundan bahsediyor. Tabi saklanıyor bütün bunlar geniş kitlelere verilen cuma hutbelerinden. Şunlarla mı yönetilecek 80 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti? Bu mu talep ettiğiniz muazzam ahlak? Bu mu neciplik? Bu mu göklerden gelen o karar?

Hırsızın elinin kesilmesi, dinden dönenin öldürülmesi, kısasa kısas… Tümü, her türlü yamyamlık ve barbarlık var İmam-ı Azam’ın kitabında. Dinden dönen biriyim ben mesela. Dinden dönenleri öldürecek misiniz gerçekten? Size ne ulan benden? Hırsızın elini kesmek hangi aklı başında medeniyetin bugün uyguladığı bir yöntem? Tümü yazıyor, bunlar şeriatta var.. İnkar edip de İslamın ne kadar hoşgörülü, adil ve mantıklı olduğunu iddia etmeye kalkacaklar bana değil Sabitoğlu Numana cevap versinler. Bana ne?

Işid’in Yezidi ve Nusayri kadınlardan baskınla ve vahşetle esir alıp cariye yapması ve onların ırzına geçmesi Sünni Hanefi fıkhına, İmam-ı Azam’ın kaidelerine uygun mudur? Yukarıda yazana göre esir kadınlardan cariye düşebiliyor bir mücahite. Işid peki bundan farklı bir şey mi yaptı? Bundan farklı olanı yapan sizsiniz ey Türk müslümanı… Işid, fıkıh ve şeriat biliyor siz ya bilmiyorsunuz ya kendi inandığınız şeriatınızdan utanıyorsunuz ki insanlardan saklıyorsunuz bunları. Burada teveccüh esir düşen kadına en azından adet döngüsü sona erene kadar tecavüz etmemek. Bu övünülecek bir hadis, büyük bir ahlak göstergesi yani?

Dinle dinsizliğin arası bir tek soluk
Düşle gerçeğin arası bir tek soluk
Aldığın her soluğun değerini bil
Bütün yaşamak macerası bir tek soluk
(Ömer Hayyam, 11. yy)

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

Responses (2)

Write a response